15 Aralık 2014 Pazartesi

DECCAL’IN MÜHİM KUVVETİ YAHUDİDİR. YAHUDİLER SEVEREK TÂBİ’ OLURLAR : Zaten asrımızda her iki Deccal da yahudilerden çıkmış ve biri insanlık alemini, diğeri de İslam alemini tahribe çalışmıştır. Türkiyede faaliyet gösteren İslam Deccali yahudilerle beraber çalışmış ve onlardan destek almıştır. Hala da almaktadır.


Türk Ordusu (Milleti) Ağlayan İslam Alemini Güldürecek!İsrail’in doymak bimez canavarlığı ve hırsları yine müslümanlar üstüne çullanmıştır. Bu hal yahudi milletinin artık bir seciyesi olmuş ve kıyamete kadar da devam edecektir. İnsanlık tarihinden bugüne ve bugünden sonra ta kıyamete kadar bütün fitneler, bütün darbeler bu milletten zuhur etmektedir. 


Zaten asrımızda her iki Deccal da yahudilerden çıkmış ve biri insanlık alemini, diğeri de İslam alemini tahribe çalışmıştır. Türkiyede faaliyet gösteren İslam Deccali yahudilerle beraber çalışmış ve onlardan destek almıştır. Hala da almaktadır.

Maalesef Risale-i Nur okumayan bazı müslümanlar hala deccal beklemektedirler. Gafletin de bu kadarı da olurmu dedirtecek cinsten bir durum! Ehl-i imanın bu gafleti dessas yahudilere, din düşmanı deccal avanesine yaradığı aşikardır.
Kur’an (8:73) âyetinde, beyn-el İslâm teavün olmazsa büyük fesadların zuhura geleceğine dikkat çekilmektedir.
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, gerek eski Eserlerinde gerekse Risale-i Nur Külliyatındaİttihad-ı İslam yani İslam Birliği üzerinde çok ehemmiyetle durmuş ve bu Birliği temin etmenin en büyük farz vazife olduğuna içtihad etmiştir.
İslâmiyet teavünü netice verecek mühim vazife ve düsturlar getirmiştir. Meselâ, teavün ve İttihad-ı İslâm için haccın ehemmiyeti çok büyüktür.
Haccın büyük hikmeti; İslam dünyasının istiklâliyet ve selâmetini muhafaza ve devamı için, senede bir yapılan bir nevi büyük şûrâsı olmasıdır. Hac müslümanlar için bir kongre olması gelirken maalesef bu tarafı hiç işletilememektedir. Sadece ibadet cihetiyle sınırlı kalmaktadır.
İSLAM BİRLİĞİ TEŞEKKÜL ETMELİ
Bu muazzam vazifenin en mes’ul vazifedarları, geçmişte olduğu gibi Osmanlı ve Arab ve Kürd taifeleri olduğunu anlatan Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
«Azametli bahtsız bir kıt’anın, şanlı tali’siz bir devletin, değerli sahibsiz bir kavmin reçetesi; ittihad-ı İslâmdır.» (Mektubat sh: 55)
Üstad Bediüzzaman Hazretleri 1909 senesinde neşrettiği bir makalesinde diyor ki:

«Bu zamanın en büyük farz vazifesi, ittihad-ı İslâmdır. İttihadın hedef ve maksadı; o kadar uzun, münşaib ve muhit ve merakiz ve meabid-i İslâmiyeyi birbirine rabtettirenbir silsile-i nuranîyi ihtizaza getirmekle, onunla merbut olanları ikaz ve tarîk-i terakkiye bir hâhiş ve emr-i vicdanî ile sevketmektir.» (Hutbe-i Şamiye sh: 90)
ŞAM HUTBESİNDE İTTİHAD-I İSLAM VURGUSU
Hem yine Bediüzzaman Hazretleri, 1911 senesinde Şam’da Cami-i Emevî de irad ettiği Hutbe-i Şamiye namı ile kitap olarak neşredilen hutbesinde İttihad-i İslâm’ın ehemmiyeti hakkında şu izahatı veriyor:
«Ey bu sözlerimi dinleyen bu Câmi-i Emevî’deki kardeşler ve kırk-elli sene sonra Âlem-i İslâm Câmiindeki ihvan-ı Müslimîn! “Biz zarar vermiyoruz, fakat menfaat vermeğe iktidarımız yok, onun için mazuruz.”diye böyle özür beyan etmeyiniz. Bu özrünüz kabul değil. Tenbelliğiniz ve “Neme lâzım” deyip çalışmamanız ve ittihad-ı İslâm ile, milliyet-i hakikiye-i İslâmiye ile gayrete gelmediğiniz, sizler için gayet büyük bir zarar ve bir haksızlıktır.» (Hutbe-i Şamiye sh: 55)
ASAYİŞ VE SULH’UN YOLU
Bediüzzaman Hazretleri, Türkiye’de Demokrat Parti hükümeti zamanında, devlet idarecilerine hitaben yazdığı ikaznamesinde, anarşizme karşı tek çarenin İttihad-I İslâm olduğunu beyan ederek diyor:
«Bu dehşetli tahrib edicilere karşı, ancak ve ancak hakikat-ı Kur’aniye etrafında ittihad-ı İslâm dayanabilir. Ve beşeri bu tehlikeden kurtarmağa vesile olduğu gibi, bu vatanı istila-yı ecanibden ve bu milleti anarşilikten kurtaracak yalnız odur.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 24)
Yine 1950 sonrası İttihad-I İslâm istikametindeki müsbet gelişmeleri memnuniyetle karşılayan Bediüzzaman Hazretleri, bir bayram tebriği vesilesiyle şunları kaydeder:
«Aziz, sıddık kardeşlerim!
Ruh u canımızla mübarek bayramınızı tebrik ediyoruz. İnşâallah âlem-i İslâm’ın da büyük bir bayramına yetişirsiniz. Cemahir-i Müttefika-i İslâmiye’nin kudsî kanun-u esasiyelerinin menbaı olan Kur’an-ı Hakîm, istikbale tam hâkim olup beşeriyete tam bir bayramı getireceğine çok emareler var.» Emirdağ Lâhikası-ll sh:76)
«Evet o ecnebilerin, canavarlar gibi yaptıkları muamele ve zulümler, İslâm dünyasında, hürriyet ve istiklal ve ittihad-ı İslâm cereyanını da hızlandırmıştır. Nihayet, müstakil İslâm devletlerinin teşkilini intac etmiştir. İnşâallahü Teâlâ, Cemahir-i Müttefika-i İslâmiye de meydana gelecek ve İslâmiyet, dünyaya hâkim ve hükümran olacaktır. Rahmet-i İlahîden kuvvetle ümid ve niyaz ediyoruz.» (Konferans sh:54)
EL-İ-İMAN DAHİLDEKİ DÜŞMANLIĞI TERK ETMELİ
Mevcut dünya şartları müvacehesinde İttihad- İslâm’a sâik olacak pek çok esbaba rgğmen, Âlem- İslâm’da ihtilafın kısmen de olsa devam etmesine, Bediüzzaman Hazretler’i şöyle teessüfte bulunur:
« Cây-ı teessüf bir halet-i içtimaiye ve kalb-i İslâmı ağlatacak müdhiş bir maraz-ı hayat-ı içtimaî:
“Haricî düşmanların zuhur ve tehacümünde dâhilî adavetleri unutmak ve bırakmak” olan bir maslahat-ı içtimaiyeyi en bedevi kavimler dahi takdir edip yaptıkları halde, şu cemaat-ı İslâmiyeye hizmet dava edenlere ne olmuş ki; birbiri arkasında tehacüm vaziyetini alan hadsiz düşmanlarvarken, cüz’î adavetleri unutmayıp, düşmanların hücumuna zemin hazır ediyorlar. Şu hal bir sukuttur, bir vahşettir. Hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye bir hıyanettir.» (Mektubat sh: 269)
AVRUPA’YA BEDEL ÂLEM-İ İSLÂM
Üstad Bediüzzaman devlet ricaline; Avrupa’ya teveccühten daha çok, İttihad-i İslam’a ehemmiyet vermeleri gerektiğini tavsiye eden yazısında diyor ki:
« Madem bu ittifaksızlıktan gelen za’fiyet ve kuvvetsizlik sebebiyle ecnebinin politikasına ve ehemmiyetsiz muvakkat yardımlarına karşı bu acib manevî rüşvetler veriliyor. Dörtyüz milyon kardeşin uhuvvetine, milyarlar ecdadın mesleğine ehemmiyet verilmiyor gibi bir mana hükmediyor. Ve asayiş ve siyasete zarar gelmemek için bu kadar israfat ile bol maaşlar suretinde kuvvet teminine kendilerini mecbur zannederek rüşvetler veriliyor; milletin fakr-ı hali nazara alınmıyor.
Elbette ve elbette ve kat’î olarak şimdi bu memleketteki ehl-i siyaset garba ve ecnebiye verdiği siyasî ve manevî rüşvetin on mislini âlem-i İslâm’ın ileride cemahir-i müttefikası hükmünde olacak olan dörtyüz milyon müslüman kardeşlere, memleket ve milletin ve bu devlet-i İslâmiyenin selâmeti için gayet azîm bir bahşiş ve zararsız rüşvet vermesi lâzım ve elzemdir.
İşte o makbul, lâzım ve çok menfaatlı caiz ve vâcib rüşvet ise: Teavün-ü İslâm’ın esası ve hediye-i Kur’anın semavî bir düsturu ve rabıtası ve kudsî kanun-u esasîsi olan
İnnemel mu’minune ikhvetun…ve’tesimuu bi hablillahi cemian…..vela teziru vaziratun vizra uhra…….vela tenazeuu fetefsheluu vetezhebe rihukum……
kudsî, esasî kanunlarını düstur-u hareket etmektir.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 83)
“Rahmet-i İlahiyeden ümid kesilmez. Çünki Cenab-ı Hak bin seneden beri Kur’anın hizmetinde istihdam ettiği ve ona bayraktar tayin ettiği bu vatandaşların muhteşem ordusunu ve muazzam cemaatini, muvakkat ârızalarla inşâallah perişan etmez. Yine o nuru ışıklandırır ve vazifesini idame ettirir…» (Mektubat sh: 326)
Üstteki parçanın devamında, Bediüzzaman Hazret­leri elyazma eserinde kendi el yazısıyla yaptığı şu ilâvesinde; Türk Ordusu kuvvetini kendi Milleti aleyhinde değil, İslâm Dünyasının selâmet ve zaferinde kullanıp bü­yük vazifeler göreceğini ihbar sadedinde şöyle der:
«.‹.KILINCINI AYAĞINA VURDURMAZ;, DÜŞMANINA VURDU­RUR. KUR’ANA HİZMETKÂR EDER. AĞLAYAN ÂLEM-İ İSLÂMI GÜLDÜRÜR.»

«Bu gizli din düşmanları ve münafıklar çoktandır anladı¬lar ki, Nur talebelerinin kefenleri boyunlarındadır. Onları Risale-i Nur’dan ve üstadlarmdan ayırmak kabil değildir. Bunun için şeytanî plânlarını, desiselerini değiştirdiler. Bir zayıf damar-larından veya safiyetlerinden istifade ederiz fikriyle aldatmak yolunu tuttular. O münafıklar veya o münafıkların adamları veya adamlarına aldanmış olanlar dost suretine girerek, bazan da talebe şekline girerek derler ve dedirtirler ki: “Bu da İslâmiyete hizmettir, bu da onlarla mücadeledir. Şu malûmatı elde edersen, Risale-i Nur’a daha iyi hizmet edersin. Bu da büyük eserdir.” gibi bir takım kandırışlarla sırf o Nur talebesinin Nurlarla olan meşguliyet ve hizmetini yavaş yavaş azaltmakla ve başka şeylere nazarını çevirip, nihayet Risale-i Nur’a çalışmaya vakit bırakmamak gibi tuzaklara düşürmeye çalışıyorlar. Veyahut da maaş, servet, mevki, şöhret gibi şeylerle aldatmaya veya korkutmakla hizmetten vazgeçirmeye gayret ediyorlar.» (Tarihçe-i Hayat sh:690)


Bediüzzaman Hazretleri NUR TALEBELERİ HANGİ TARAFI TERCİH EDERSE O TARAF KAZANIR

 
Bu vatanın en mühim hizmet hareketi olan Risale-i Nur Talebeleri, -eski bazı alışkanlıklarını terkedemeyenler ve tercihli hareketi tasvib zannedenler hariç- Kur’anın hakiki tefsiri olan Risale-i Nurdan aldıkları ders ile milletimizin ekseriyetinin tercih ettiği dindar ve dine hürmetkar partiyi desteklemektedirler.

 Darbe dönemlerinin akabinde gelen karmaşalar hariç bu hep böyle olmuştur. Bugün de aynı durum böyle devam etmektedir. Üstadın neden böyle yapığını soran talebelerine verdiği cevap bugüne ışık tutmaktadır. Bugün de CHP ve MHP ittifak ederek Üstadın endişesini haklı çıkarmıştır.

 Bediüzzaman Hazretleri bir mektupta diyor ki:

«Üstadımızdan, niçin Demokrat Partiyi muhafa­zaya çalıştığını sorduk.
Cevaben:
“Eğer Demokrat Parti düşse, ya Halk Partisi veya Millet Partisi iktidara gelecek. Halbuki, Halk Partisi İttihatçıların bozuk kısmının ci­nayetleri ve hem Cumhuriyetin Birinci Reisinin Sevr Muahedesiyle ve çok siyasî desiselerin icba­riyle on beş senede yaptığı icraatının kısm-ı âzamı tamamıyla eski Partiye yüklendiği için, bu asil Türk milleti ihtiyarıyla o Partiyi kat’iyen iktidara getirmeyecek.

Çünkü Halk Partisi iktidara gelecek olursa, Ko­münist kuvveti aynı partinin altında bu vatana hâkim olacaktır. Halbuki, bir Müslüman kat’iyen Komünist olamaz, Anarşist olur. Bir Müslüman hiçbir zaman Ecnebîlerle mukayese edilemez. İşte bunun için, hayat-ı içtimaiye ve vatanımıza deh­şetli bir tehlike teşkil eden bu Partinin iktidara gelmemesi için, Demokrat Parti’yi, Kur’ân ve Va­tan ve İslâmiyet namına muhafazaya çalışıyorum” dedi.» (Emirdağ Lâhikası-II, s.206)

Halk Partisi ise: Hakikaten acip ve zevkli bir rüşvet-i umumîyi kanunlar perdesinde bazı me­murlara verdikleri için, yirmi sekiz senelik bütün cinâyatıyla başkaların cinâyâtı ve İttihatçıların ve Mason kısmının seyyiatları da o partiye yükletil­diği halde, Demokratlara bir cihette galip hük­mündedirler. Çünkü ubudiyetin noksaniyetiyle enaniyet kuvvet bulur, nemrutçuluklar çoğalır.

Bu benlik zamanında, memuriyet hakikatta bir hiz­metkârlık olduğu halde, bir hâkimiyet, bir ağalık, bir nemrutçulukla nefse gayet zevkli bir hâkimiyet mertebesini bir kısım memurlara rüşvet olarak verdiği için, bütün o acip cinayetlerle ve kendin­den olmayan ceridelerin neşriyatıyla beraber ba­na yapılan muamelelerinden hissettim ki, bir ci­hette mânen Demokratlara galip geliyorlar.

Hal­buki, İslâmiyetin bir kanun-u esasîsi olan, hadis-i şerifte    
سَيِّدُ الْقَوْمِ خَادِمُهُمْ   yani, “Memuriyet, Emir­lik ise, reislik değil, millete bir hizmetkârlıktır.

Demokratlık, hürriyet-i vicdan, İslâmiyetin bu Ka­nun-u Esasîsine dayanabilir. Çünkü kuvvet kanun­da olmazsa şahsa geçer. İstibdad, mutlak keyfî olur.» (Emirdağ Lâhikası-II, s.164)
Üstad Bediüzzaman Hazretleri, memleketimizde Milliyetçiliği veya Dindarlığı esas alan Siyasîlerin dikkat etmeleri gereken hususları dört Siyasî Görüşü tahlil ettiği bir mektubunda şöyle der:

«Milletçilere gelince:

Eğer bu partide sırf İslâmi­yet esas olsa, Demokrat Partiye yardım et­tiği gibi, muhalif ve muarız olmayarak, iktidara gelmesine çalışmaz.

 Eğer bu parti, ırkçılık ve Türkçülük fikri esas ise, birden hakikî Türk olma­yan bu vatandaki ekseriyetin ancak onda üçü Türktür, kalan kısmı da başka milletlerle karış­mıştır. O zaman, Hürriyetin başında olduğu gibi, bu asil ve mâsum Türk milleti aleyhine bir milli­yetçilik tarafgirliği meydana gelecek. O vakit ha­kikî Türkleri, Ecnebîler boyunduruğu altına gir­meye mecbur edecek. Veya Türkleşmiş sair un­surdan olan ve bu vatanda mevcut ırkçılık ve un­surculuk damarıyla bir Ecnebîye istinad ile ma­sum Türk milletini tahakkümleri altına alacaklar. Bu durum ise, dehşetli, tehlikeli olduğundan, Kur’ân ve Vatan ve Millet hesabına, dindar ve di­ne hürmetkâr Demokrat Partinin iktidarda kal­masını temin etmeleri için ders veriyorum.» (Emirdağ Lâhikası-II, s.207)

Bu memleketin Milliyetçileri veya Dindarları ayrı ayrı Parti olsalar bile, “Ahrar” denilen Dindar Demokratların iktidarda kalmaları için onlara yardım etmeleri ve Demokratların muhalifleriyle işbirliği yapmamaları ve onların aleyhlerinde bulunmamaları gerekmektedir. Zikredilen bu şartlara riayet edilmemesi halinde diğer farklı Müslüman milletlerden olan vatandaşların dostluğunu kaybetmenin yanında, Said Nursi Hazretlerinin “asil ve masum” dediği Türk milletinin yabancıların boyunduruğu altına girmesine sebebiyet verebilir.


Risale-i Nur’dan tesbit edilen bu mesele, tarafgirlik duygusuyla bilerek veya bilmeyerek alet edilip zarar ve mesuliyetlere girmemek için ve nihayet selamet-i millet için bu hakikatler nazara verilmiştir.

26 Kasım 2014 Çarşamba

BEDİÜZZAMAN'IN TÜM HAKLARI DİYANETE VERİLDİ

Bediüzzaman Said Nursi'nin eserleri üzerindeki haklar, Diyanet İşleri Başkanlığına verildi.


"Eser Sahibi Sait Okur (Bediüzzaman Said Nursi) Olan Eserler Üzerindeki Hakların Diyanet İşleri Başkanlığı Tarafından Kullanılmasına İlişkin Karar", Resmi Gazete'nin bugünkü sayısında yayımlanarak yürürlüğe girdi.

Kararda, eser sahibi Sait Okur'un eserlerinin Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'ndan kaynaklanan tüm hak ve yetkilerinin Diyanet İşleri Başkanlığına ait olduğu belirtildi.

Alınan karara göre Risale-i Nur'lar Diyanet İşleri Başkanlığınca, ya da Diyanet İşleri Başkanlığının verdiği izin veya yetki çerçevesinde kişi ve kuruluşlarca işlenebilir, çoğaltılabilir, yayımlanabilir, temsil edilebilir veya işaret, ses ve görüntü nakline yarayan araçlarla umuma iletilebilir hale gelecek. Diyanet İşleri Başkanlığınca verilen izin veya yetki çerçevesinde hareket edilmediğinin ya da eserlerin aslına uygun olma koşuluna riayet edilmediğinin tespiti halinde hukuki süreç başlatılacak.



RİSALE-İ NUR'DA MEHDİLİK : Yazar: Şaban Döğen

Mehdî Gelmeden Önce
Ebedî hayatların tehlikeye düştüğü, en dehşetli fitnelerin yaşandığı âhir zamanda yazılmış bir Kur'ân tefsiri vardır: Risale-i Nur… Sergilediği hizmet ve faaliyetlerle ehl-i îmanın gönlüne su serpen, 6000 sayfayı geçen, yüz otuz parçadan meydana gelen, iki yüz kadar önemli meseleye özellikle neşter atıp çözüme kavuşturan bu seçkin külliyatın, âhir zamanın dehşetli hadiselerine karşı ilgisiz kalması, yorum ve tedbirler getirmemesi elbette düşünülemez.
Daha yüzyılın başlarındayken Osmanlının en büyük dinî kurulu olan Daru'l-Hikmeti'l-İslâmiye'de vazife gören Bediüzzaman'dan, âhir zamanla ilgili hadislerin izahı istenmiş, o da kimsenin içinden çıkamadığı bu hadisleri son derece makûl bir tarzda tevil ve izah etmişti.
Bu izahlara baktığımızda, İslâm Deccalı olan Süfyanın dehşetli fitnesinin Müslümanlar arasında görüleceğini öğreniyoruz. Aldatmakla iş gören Süfyan,(1) ehl-i nifakın başına geçip nifak perdesi altında işlerini yürütür, şeriat-ı Ahmediyenin (a.s.m.) tahribine çalışır.(2) Ehl-i îman, onu, şanlı, kahraman bir milletin mağlubiyeti esnasında istidraçlı, şanlı, bahtı açık ve kurnaz bir kumandan olarak gördüğü için, gizli ve dehşetli mahiyetine bakmayarak kahramanlık damarıyla alkışlar, başına kor, kötülüklerini örtmek ister.(3)
Oysa masum insanları parçalayan bir canavar hoş görülemeyeceği gibi, saçtığı dinsizlik tohumlarıyla binlerce insanı îmansız ederek ebedî hayatlarını mahveden Süfyan hoşgörülemez. Ona gösterilebilecek en küçük bir hoşgörü, sevgi, taraftarlık dahi zulme ortak olmak demektir, masumlara karşı işlenmiş büyük bir zulümdür. Deccalı bunca tahribatına rağmen ehl-i îmanın gözünde masum gösterecek ve öyle yorumlanabilecek davranışların tevili mümkün olmadığı gibi Deccalın gölgesinde de salim bir hizmet yapılamaz.
Şu var ki Süfyan, insanları sonsuza dek kandıramayacak, gün gelip foyası bütün bütün meydana çıkacak, gerek Müslümanların ve gerekse ordunun maddî ve mânevî desteğini kaybedecektir. Çünkü,
Kahraman ve mücahid ordunun ve dindar milletin, ruhundaki nur-u îman ve Kur'ân ışığıyla hakikat-i hali göreceği ve o kumandanın çok dehşetli tahribatını tamire çalışacağı,” “kahraman ordunun dizginini onun elinden kurtaracağı”(4)
rivayetlerden anlaşılmaktadır.
Yine rivayetlerden anlaşıldığına göre Âl-i Beyt-i Nebevîden Muhammed Mehdî, o Süfyanın şahs-ı mânevîsi olan münafıkâne cereyanı öldürüp dağıtacak,(5) tahribatçı, bid'atkâr rejimini tamir edip Sünnet-i Seniyyeyi ihya edecektir.

Mehdî Beklentisi

Üç devir yaşayan, Risale-i Nurları telif etmeden çok önce Hürriyetin başlarında Osmanlı üzerinde oynanan oyunları, Osmanlının günden güne çökmekte olduğunu, inananların büyük bir ümitsizliğe düştüğünü fark edip bu gidişe dur diyebilmek için bir yandan canhıraş bir gayret içerisine giren Bediüzzaman, bir yandan da onları, “İstikbalde bir ışık var, bir nur görüyorum” diye tesellî etmeye çalışıyordu.
Bediüzzaman bu ümitle hem dehşetli hadiselere karşı dayanıyor, hem de ehl-i îmanın îmanlarını takviye etmek için müjdeler veriyordu. Ne var ki tevil ve tabir etmeksizin bu nurun geniş dairede, siyaset âleminde çıkacağını tasavvur ediyordu.
Sonradan Bediüzzaman, bu nur ve ışığın Risale-i Nur olarak tecellî ettiğini söyler.(6) Bunu bir yazısında dile getirirken de, ihtar-ı gaybî olarak kat'î bir kanaat tarzında kalbine gelen mânâyı şöyle anlatır:
Ciddî bir alaka ile senin eskiden beri tekrar ettiğin ‘Işık var, Bir nur göreceğiz’ diye müjdelerin tevili ve tefsiri ve tabiri sizin hakkınızda, belki îman cihetiyle âlem-i İslâm hakkında dahi ehemmiyetli Risale-i Nur'dur.”(7)
Bozulma daha çağın başlarındayken kendini gösterdi. Avrupa'yı körü körüne taklid, ilmini, fennini alma yerine sefahetine duyulan özenti, Müslümanın kimliğinden çok şeyler alıp götürdü. İnançsızlık rüzgarları esmeye, küfür tohumları ekilmeye, ahlâksızlık meyveleri toplanmaya başladı. İslâmî, insanî ve ahlakî değerlerde büyük bir yozlaşma oldu. Bu durum, çağın ikinci yarısında ise tarihte benzerine rastlanmayacak derecede büyük bir hız kazandı. Mânevî tahribat arttıkça arttı. Fen ve felsefe inançsızlığa âlet edilmeye, maddecilik ve tabiatçılık tâûnu dört bir yana yayılmaya başladı. Din harap, îman türap oldu. Dine, dindarlara hücum edilmeye, din bir afyon telakkì edilip saldırılmaya başlandı. Bin yıldır İslâmın aleyhinde birikegelen şüpheler bir anda kusuldu. Mukaddesat namına ne varsa bütününe, sistemli ve münafıkâne bir tarzda savaş açıldı. Sosyal hayattaki çözülme, dikenli meyveleri yıllar sonra görülecek derecede hızlandı. İnançlar kayboldu, ahlâk bozuldu, güven duygusu öldü.
Ve insanlık bir mehdî ve müceddidi dört gözle bekler oldu.
Öyle ki Bediüzzaman, Şark vilayetlerine yaptığı ve Meşrûtiyeti anlattığı seyahatlarında, kendisine, “Bazı adam sizin dediğiniz gibi demiyor. Belki, ‘Mehdî gelmek lâzımdır’ der. Zira dünya şeyhûhet (yaşlılık) itibariyle müşevveşedir (karışıktır), İslâmiyet ağrazın (maksatlı kimselerin) teneffüsü ile mütezelliledir (sarsılmaktadır)” sorusuna şu cevabı vermişti:
Eğer Mehdî acele edip gelse, baş göz üstüne, hemen gelmeli. Zira güzel bir zemin müheyya ve mümehhed oldu (hazırlandı); zannettiğiniz gibi çirkin değildir. Güzel çiçekler, baharda vücutpezîr olur (boy gösterir). Rahmet-i İlâhî şe'nindendir ki, şu milletin sefaleti nihayetpezîr olsun (son bulsun).”(8)
Bu sözlerini Bediüzzaman yüzyılın ilk çeyreğinde söylemişti. Ama ikinci çeyreğinde eski günleri arattıracak gelişmeler olmuş, Deccalâne hadiseler sahnelenmiş; İslâma, Kur'ân'a savaş açılmış, İslâm adına ne varsa yok edilmeye çalışılmıştı. Dolayısıyla Mehdî önceki dönemlere nisbetle daha çok beklenir olmuştu.
Bediüzzaman, başka bir yerde bu ihtiyacı şöyle dile getirecekti:
Evet, bu zaman; hem îman ve din için, hem hayat-ı içtimaî ve şeriat için, hem hukùk-u âmme ve siyaset-i İslâmiye için, gâyet ehemmiyetli birer müceddit ister.”(9)

Hz. Ali Risale-i Nur'u Müjdelemiştir .

Hz. Ali Risale-i Nur'u Müjdelemiştir

Risale-i Nur’un üstadı ve Risale-i Nur’a Celcelutiye Kasidesi’nde rumuzlu işaratıyla pek çok alakadarlık gösteren ve benim hakaik-i imaniyede hususi üstadım İmam-ı Ali’dir (R.A.) Tarihçe-i Hayat (sayfa 500)


Nur şakirdlerinin üstadı: İmam-ı Ali’dir (R.A.) ve Nur’un mesleğinde Hubb-u Al-i Beyt esastır.. Emirdağ Lahikası-1 (sayfa 242)

Risale-i Nur Külliyatında daha bir çok mehezde Risale-i Nur Evliyanın seyidi ve Rasulü Ekrem (a.s.m.)’ın İfadesiyle:“Ben ilmin şehriyim Ali ise kapısıdır. İlmi isteyen kimse kapıdan girmelidir.”(Tirmizi) Bu hadisten anlaşılan; İslam’ın, Kur’an’ın ve yaşayan Kur’an olan Hz. Muhammed’in (a.s.m.) ilim şehrine girmenin ancak ve ancak İmam Ali kapısından girmekle mümkün olacağıdır. “Yüce Allah, alemlerin Rabbi; Resulüllah ise; alemlere rahmet peygamberdir. Resulullah (sav) ilmin ve hikmetin şehri; Hz. Ali ise; kapısıdır. Allah’ın koruması ve ismeti altındaki Resullulah’ın ilim şehrine giden yolların hepsi Ali kapsından geçer. Hak yollar Ali kapısına çıkar. Ali kapısı ise; Resullulah şehrine açılır… Resulullah’ın şehrinde ise; Yüce Allah bulunur, orası tevhit şehridir."

Hz. Ali (R.A.),  Risale-i Nur'u ; Ercuze ve Celcelutiye isimli eserlerinde Remz, İşaret.. gibi manalarla haber vermiş olup Ayet-Ül Kübra, Asa-Yı Musa gibi asara ismen haber vermektedir.

Hal bu minval üzere iken Risale-i Nur Külliyatına kalem karıştırmak, sadeleştirmeye çalışmak, hizmetine hulul ederek hizmeti akamete bırakmak için çaba sarfedenler bilsinler ve Risale-i Nur’un Lem’alar isimli kitabının Onuncu Lem’asını okuyarak eğer dost ve aldanmış ise; tevbe ve nedamet etsin. 

Muarız ise; Zecr Tokatları gelerek gam ve gussa çekerek çeşitli hastalıklara mübtela olacağını bilsin.. ve Risale-i Nur’un Muarızı ise; orada yazılı metinde nümuneleri görünen tokatlar geleceğini bilsin ve Kaşını Gözünü sürmelesin. Dünyada rezalete bürünmeye hazır olsun ve maksadının aksi ile tokat yiyerek beter bir hale geleceğini bilsin.

Biz hizmeti akamete uğratmak isteyen münafıklara aldanan ve  o aldananın aldattıkları ise; nedamet ederek rezaletten kurtulabilir. Risale-i Nur ki Rasulü Ekrem (a.s.m.)’ın sünnetinin muhafızı ve müntesibi ve ilim şehrinin medhiyesine mazhar ve Kur’an’ın etrafında manevi bir sur ve hat teşkil eden bir eserdir. Bu eseri tesirsiz kılmak isteyen kimselerin planı ise Hizmette kıblenameli bir pusula teşkil eden Lahikaları kaldırarak yerine Sözler, Lem’alar, Mektubat, Şualar, Mesnevi-i Nuriye, İşarat-ül İ’caz bu 6 temel eseri nazara verip hep bunlardan dersler okunarak bunlar nazara verilerek hizmetin bir nevi mihanikiyeti olan Lahikaları devre dışı bıraktırmaya çalışmaktadırlar.

Risale-i Nur ve Hz. Ali : Hz. Ali’nin Risale-i Nur’la olan ilgisi


Risale-i Nur eserlerini okuyanlar, bu eserlerde Hz. Ali’ye ve çeşitli vasıflarına sıkça atıfta bulunulduğuna şahit olmuşlardır. Hatta Risale-i Nur’da en sık ismi geçen sahabi Hz. Ali’dir.1 
 Hz. Ali’nin Risale-i Nur’la olan ilgisi 
Bediüzzaman, eserlerinde Âl-i Beyt’in manevi şahsiyetinin mümessili hasebiyle, Hz. Ali’ye çok ehemmiyet verir. Bunun en önemli nedeni, İslam tarihinden bu yana Al-i Beyt tarafından yerine getirilmiş olan Kur’an ve İslam’a hizmet metodu ve misyonunun Risale-i Nur talebelerince tevarüs edilmiş olması ve bu mirasa sahip çıkılmasıdır.
Bediüzzaman, hem kendisi hem de Risale-i Nur ve Risale-i Nur talebeleri ile Hz. Ali, Hz. Hasan ve başta Şâh-ı Geylani olmak üzere Ehl-i Beyt arasında ciddi manevi bir münasebet görür. Bu hususta Risale-i Nur metinleri içinde telif edilmiş olan “Sekizinci Şua“, “On Sekizinci Lem’a“, “Yirmi Sekizinci Lem’a” ile Gavs-ı Azam’ın Kerâmet-i Gaybiyesi hakkındaki “Sekizinci Lem’a“da genişçe izahlar ve değerlendirmeler yapılmıştır.
Bediüzzaman, kendisini Hz. Ali’nin manevi bir evladı, Al-i Beyt’in bir ferdi olarak takdim eder. Kendi ifadesi ile: “Gerçi manen ben Hz. Ali’nin (r.a.) bir veled-i manevisi hükmünde, ondan hakikat dersini aldım. Ve Âl-i Muhammed Aleyhisselam’ın bir manada hakiki Nur şakirtlerine şamil olmasından ben de Âl-i Beyt’ten sayılırım.2 der. Nesep olarak da kendisinin hem Hasenî hem de Hüseynî olduğunu ifade ettiği bazı kaynaklarda yer almaktadır.3
Bediüzzaman’ın yukarıdaki manayı teyid eden başka bir ifadesi de şu şekildedir: Ben üveysi bir tarzda bir kısım hakikat ilmini Hüccetü’l-İslam İmam-ı Gazali’den almışım. Şimdi anlıyorum ki, İmam-ı Gazali aynı dersi üveysi bir tarzda İmam-ı Ali’den almıştır. “Demek İmam-ı Ali’nin mühim bir şakirdi olan İmam-ı Gazali’nin (k.s) başı üstünde bu biçare talebesine şefkatkârane, tesellidarane, en sıkıntılı bir anda bakması, acib değil belki lazımdır.4
Bilindiği gibi, üveysilik, üveysi tarz v.b. ıstılahlar özellikle İslam tasavvufunda Veysel Karani (r.a.) ile Peygamber Efendimiz arasında vicahen ve şifahen; yani yüz yüze olmayan, manevi olarak tesis edilen bağlılık ve münasebete telmihen kullanılmaktadır. Veysel Karani nasıl ki, Hz. Peygamber’i görmeden onun dersini talim etmişse, Bediüzzaman da, Gavs-ı Azam (k.s),Zeynelabidin (r.a.)Hz. Hasan ve Hüseyin vasıtası ile Hz. Ali’nin dersini talim emiştir.5

MÜ'MİNLER ANCAK KARDEŞTİR : Bediüzzaman Said Nursi hazretleri insanın şu dünyadaki baş düşmanı olan şeytanın, insanların bir birine karşı muhabettini kırmak


Mü'minler ancak kardeştir
Mü'minler ancak kardeştir.
Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayat’ında da geçen o sözleri;
Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilaftır.
Bu üç düşmana karşı; sanat, marifet, ittifak silahiyle cihad edeceğiz.

Hucurat Suresi 10.Ayeti kerimesine uygun hareket etmelerini engellemek için türlü türlü hilelere başvurduğunu ifade ederek. Bu hilenin ne olduğunu ve nasıl bu hileden kurtulacağımızı Lem'alar isimli eserinde telif etmiş, biz de aynen o uyarıyı neşrediyoruz.

***

İnsanın hayat-ı içtimaiyesini ifsad eden bir desise-i şeytaniye şudur ki: Bir mü'minin bir tekseyyiesiyle, bütün hasenatını örter. Şeytanın bu desisesini dinleyen insafsızlar, mü'mine adavet ederler.

Halbuki Cenab-ı Hak haşirde adalet-i mutlaka ile mizan-ı ekberinde a'mal-i mükellefini tarttığı zaman,hasenatı seyyiata galibiyeti, mağlubiyeti noktasında hükmeyler.

Hem seyyiatın esbabı çok ve vücudları kolay olduğundan, bazan bir tek hasene ile çok seyyiatını örter. Demek bu dünyada, o adalet-i İlahiye noktasında muamele gerektir. Eğer bir adamın iyilikleri fenalıklarına kemmiyeten veya keyfiyeten ziyade gelse, o adam muhabbete ve hürmete müstehaktır. Belki kıymetdar bir tek hasene ile, çok seyyiatına nazar-ı afv ile bakmak lazımdır.

Halbuki insan, fıtratındaki zulüm damarıyla, şeytanın telkiniyle, bir zatın yüz hasenatını bir tek seyyie yüzünden unutur, mü'min kardeşine adavet eder, günahlara girer. Nasıl bir sinek kanadı göz üstüne bırakılsa; bir dağı setreder, göstermez. Öyle de insan garaz damarıyla, sinek kanadı kadar bir seyyie ile dağ gibi hasenatı örter, unutur; mü'min kardeşine adavet eder, insanların hayat-ı içtimaiyesinde bir fesad aleti olur.
Nursi Hazretleri bu güzel ahlakı kazanma yönünde şu tavsiyede bulunur:

“Kardeşlerinizin nefislerini nefsinize şerefte, makamda, teveccühte(insanların değer vererek yönelmelerinde), hatta menfaat-i maddiye(maddi çıkarlar) gibi nefsin hoşuna giden şeylerde tercih ediniz.
Hatta, en latif(hoş) ve güzel bir hakikat-i imaniyeyi(iman hakikatini) muhtaç bir mü’mine bildirmek ki, en masumane, zararsız bir menfaattir; mümkünse, nefsinize bir hodgamlık(bencillik) gelmemek için, istemeyen bir arkadaşla yaptırması hoşunuza gitsin.
Eğer “Ben sevap kazanayım, bu güzel meseleyi ben söyleyeyim” arzunuz varsa, çendan(gerçi) onda bir günah ve zarar yoktur; fakat mabeyninizdeki(aranızdaki) sırr-ı ihlasa(ihlas sırrına) zarar gelebilir.”

Ayrıca kin beslemenin, düşmanlık etmenin insanın hem kendi nefsine, hem mümin kardeşine, hem de ilahi rahmete zulmettiğini, tecavüz ettiğini söyler. Çünkü insan, kin ve düşmanlıkla nefsini büyük bir azapta bırakır.

Tesanüd, şeytanı müthiş kızdırır. Müminlerin arasındaki tesanüd ve dayanışmayı bozmaya çaba gösteren, aralarını açmaya çalışan bu sinsi düşmana Kur’an-ı Kerim şöyle dikkat çeker:

 “Kullarıma, sözün en güzel olanını söylemelerini söyle. Çünkü şeytan aralarını açıp bozmaktadır. Şüphesiz şeytan insanın açıkça bir düşmanıdır.” (İsra Suresi, 53)

Şeytanın planlayıp uygulamaya koyduğu sinsi tuzaklarına düşmemek için müminler birbirlerine hatırlatmalarda ve uyarılarda bulunurlar. Gerçek sevgi de budur. Bir mümin ahirette yalnızca kendi vereceği hesabı düşünmez. O, kardeşlerinin de sonsuz mutluluğuna vesile olabilmeyi ister. Bu sevgi herhangi bir dünyevi çıkar kaygısı ile bozulmamış sevgidir, Allah’ın, müminlerin kalplerinde kıldığı bir nimettir.

Uhuvvetin eksikliği ise Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri'nin ifadesiyle muzırdır, zulümdür ve hatta sadece Müslümanlar için değil tüm insanlık için zehirdir. Müslümanların kendi aralarında kardeşliği yaşa-ya-mamaları, İslam’a kalbi ısınacak olanların da uzak durmalarına sebep olur.

Ve aynı şekilde İslam aleminin uhuvvet ve tesanüdü gerçekleştirememesi, bela üzerine bela ve musibet üzerine musibet gelmesinin sebeplerinden en önemlisidir. Bu, Allah’ın ‘uyuyan’ Müslümanları uyandırma yöntemidir.

‘Dün’ İslam alemine bir bela daha yaşattı Allah. Adil olmayan bir kararla “asalım” çığlıkları arasında Bangladeş’de bir Müslümanın- Abdülkadir Molla- daha canı alındı.

İnsan öldürmek çok zor bir şey olduğu halde, bu kadar kolayca yerine getirilmesi, uhuvvet eksikliğinden yaşandı.

Sevgisizliğin ve vahşetin bu seviyeye ulaşmış olması ürkütücüdür. Yanlışlıkla bir adam öldüren Hz. Musa(as), büyük elem yaşamıştı. Kaldı ki buradaki durum, bir Müslümanın bile-isteye canını almaktır.

Sebebi de uhuvvet eksikliğinin verdiği zehirdir. Müslümanların bunca belaya, zorluğa, zulme karşı hala aralarında tesanüdü ve birlik ruhunu yaşayamamalarıdır. Hala birlik olamamalarıdır.

 ‘Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi belleyiniz! Müslüman Müslümanın kardeşidir ve böylece bütün Müslümanlar kardeştirler…’ Hz. Muhammed (asm)

Said Nursi