2 Mart 2017 Perşembe

DECCAL KİMDİR ? - ÜSTAD BEDİÜZZAMAN VE HİLE VE FİTNEYE DAYANAN ŞEYTÂNÎ YÖNÜYLE DÜNYADA MEŞHUR OLMUŞ İNGİLİZ SİYASETİ ÖZELLİĞİ: Fitnekârlık, ihtilâftan istifade, menfaat yolunda her alçaklığı irtikâp etmek, yalancılık, tahripkârlık, hariçte menfîliktir.



Hile ve fitneye dayanan şeytânî yönüyle dünyada meşhur olmuş “İngiliz siyaseti”, her türlü sömürgecilikle insanlığın ve bilhassa Müslümanların başına belâ olmuştur.

İngiliz siyasetinin hassa-i mümeyyizesi (ayırıcı özelliği), fitnekârlık, ihtilâftan istifade, menfaat yolunda her alçaklığı irtikâp etmek, yalancılık, tahripkârlık, hariçte menfîliktir. 

Fenalık ve ahlâk-ı seyyie siyasetine vasıta olduğu için, her yerde ahlâk-ı seyyieyi himaye ederek teşcî eder” 1 diyen Üstad Bediüzzaman Hazretleri, bu şeytânî ve menfî siyasetin hareket tarzını ve münafıkane taktiğini Hutuvât-ı Sitte adlı eserinin girişinde şu şekilde belirtiyor: “Her bir zamanın insî bir şeytanı vardır. Şimdi beşerde insan sûretinde şeytanın vekili olan ruh-i gaddar, fitnekârâne siyasetiyle cihanın her tarafına kundak sokan elhannas (şeytan), altı hutuvatıyla (aldatmalarıyla) âlem-i İslâmı ifsat için insanlarda ve insan cemaatlerindeki habis menbaları ve tabiatlarındaki muzır madenleri, fiili propaganda ile işlettiriyor, zayıf damarları buluyor. Kiminin hırs-ı intikamını, kiminin hırs-ı cahını (makam, mevki hırsı), kiminin tamahını (kanaatsizliğini, aç gözlülüğünü), kiminin humkunu (ahmaklığını), kiminin dinsizliğini hatta en garibi, kiminin de taassubunu işletip siyasetine vasıta ediyor.” 2

Üstad Bediüzzaman Hazretleri, 1920 yılında İstanbul’u işgal eden İngilizlere karşı “Hutuvat-ı Sitte” adlı eserini telif ederek “İngilizin âlem-i İslâm ve Türkler aleyhindeki müstemlekecilik (sömürgecilik) siyasetini ve entrikalarını, tarihî düşmanlığını etrafa neşrederek, Anadolu’daki Millî Kurtuluş Hareketini desteklemiş, bu hususta en büyük âmillerden birisi” olmuştur.3 

“Neden bu kadar İngilizlerden nefret ediyorsun, musalahasını (uzlaşmasını) da istemiyorsun?” suâline karşı verdiği cevap ise çok manidardır: 

“Sebep bir değil bindir. Bana en ziyade şedit görünen, mânen ahlâkımıza vurduğu darbedir. Çekirdek hâlinde olan secâyâ-i seyyieyi (kötü vasıfları) içimizde inkişaf ettirdi. Hayatın yarası iltiyam bulur (iyileşir); izzet-i İslâmiye, namus-u millînin yarası pek derindir. Edirne Camii’nde (Edirnekapı Camii), bir İslâm hocasının lisânıyla, Venizelos gibi şeytan zalime dua ettirdi. Merkez-i hilâfette (İstanbul’da) Müslümanlar lisanıyla hizbüşşeytan olan İ. G. Z., Yunan askerlerini halaskâr (kurtarıcı), tathirci (temizleyici) ilân ve karşısındaki güruh-i mücahidîni cani, zalim söylettirdi.” 4

Günümüz Deccalizmine fikir babalığı yapan, “Müslümanlara âlemi darlaştıran, hayat damarını kesen, nameşru evlâdını onlara karıştıran, dinsizliğe sevk ederek dini rüşvet isteyen, hayvancasına muvakkat bir sefilâne hayatı bırakan ve insanca, İslâm’ca hayatı öldüren” 5

28 Mart 2016 Pazartesi

BEDİÜZZAMAN'IN CİHAD ANLAYIŞI NASILDI : Bediüzzaman Said Nursi'nin her halükarda maddi ci­hada karşı çıktığı düşünülmemelidir. Şartlar gerektirdiğinde, yani, harici bir teca­vüzle karşılaşıldığında, Bediüzzaman ülkesinin savunmasında en kahraman savaşçı­lardan biri konumundaydı. Hayatının ilk döneminin azımsanmayacak bir bölümü sa­vaş meydanlarında geçti.




Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin cihad yorumunu ele almaya başlamadan önce, ge­nel olarak cihad kavramıyla ilgili bir-iki hususu hatırlatmakta yarar var. Hz. Muhammed (a.s.m.) cihat kavramını “yüce İslam’ın zirvesi” olarak tarif etmiştir. Ve kendisine “Allah yolunda cihad”a eşit birşey varsa bunun ne olduğu sorulduğunda, şu cevabı vermiştir: “[Ona eşit olarak] yapabilece­ğiniz hiçbir şey yoktur.”

Çok önemli olan bir diğer bir husus da onun geniş anlamıdır. Zaman zaman onu tarif için kullanılan "kafire karşı kutsal savaş” tanımıyla sınırlı olmaktan öte, ceh­detmek, çabalamak, olanca kuvvetini sarfetmek, veya olabildiğince gayret etmek anlamlarına gelen ‘cehede’ kökünden türetilen cihad terimi, geniş bir anlam dizisini içerir.

Mesela, Zadü’l-Mead adlı eserde cihad başlıca dört “adım” veya “aşama”yı ihti­va eder şekilde tanımlanır; nefse karşı, şeytana karşı, inançsızlara karşı, ve münafık­lara karşı cihad. Bunlardan ilki de dört “aşama” ihtiva etmektedir: nefse hak dini öğretmeye çalışmak; ikincisi, fiiliyatta bu bilgiye uygun biçimde yaşamaya çalışmak; üçüncüsü, bunu diğer insanlara öğretmeye çalışmak; ve dördüncüsü, sair insanları Allah’ın dinine davet ederken ızdırap verici zorluk ve eziyetlerle karşılaştığında sabırlı olmak ve sebat etmektir. Şeytanla cihad iki “aşama”yı içerir: ilk olarak, şey­tanın insanın kalbine ektiği, imanla ilgili şüphe tohumlarını uzaklaştırmaya çalışmak; ve ikincisi, şeytanın telkin ettiği süfli arzulardan vazgeçmeye çalışmaktır. Bu cihad­ların ikincisi insanı sabır ve sebata eriştirirken, ilki, yani nefisle cihad “sağlam ve kesin bir iman” kazandırır. Üçüncü ve dördüncü temel “aşama”lara, yani inançsızlar ve münafıklarla cihada gelince, bu ikisi de dört “aşama”yı içinde barındırır: kalb ile cihad, dil ile cihad, malıyla (sahip olduğu şeylerle) cihad, ve hayatı ile cihad. İnanç­sızlara karşı cihad kılıçla, yani cebirle, kuvvetle olduğu halde, münafıklara karşı cihad dil ile yapılır-dil ile; yani, delil, bürhan, ve ikna yoluyla.

CİHAD'IN TANIMI

Diğer alimler cihadı “İslam’ın emirlerini öğrenmek, başkalarına öğretmek, gerek şahsi ve gerek sosyal hayatta onları tatbik etmek ve başkalarını da böyle yapmaya teşvik etmek, sair insanları İslam’a davet etmek, bütün bunların icrası esnasında or­taya çıkan tüm engelleri, yani hem şahsi düzeydeki, hem de içinde bulunulan top­lum içersindeki, ve de onun dışından çıkan engelleri bertaraf etmek için şuurlu, faal ve daimi bir gayret” olarak tarif etmişlerdir. Ve cihadın amacı şu şekilde tarif edilmiştir: “Allah’ın dinine yardım etmek ve Onun sözünü yüceltmek (i’la-yı Kelime­tullah)” 6 ve “küfrü mağlup ederek hakkı hükümferma kılmak.”

Cihadın geniş anlamını ve İslam açısından taşıdığı önemi bu şekilde gösterdikten sonra, bu tebliğ, cihadın İslami literatürün değişik türlerinde tanımlandığı üzere onun daha ileri müzakeresine girişmekten ziyade, Bediüzzaman Said Nursi’nin cihad yorumunu ve nümune-i imtisal hükmündeki tatbikatını müzakere edeceğiz.

SAİD NURSİ'NİN CİHAD YORUMU

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin cihad yorumunu araştırırken göze çarpan bir husus, onun hayatı boyunca, gerek Eski Said, gerek Yeni Said olarak konuya dair fikirle­rinde sergilediği devamlılıktır. Bu, gerek dış dünyadaki, gerek kendi iç dünyasındaki büyük değişimlerin, hayatının bu iki ana dönemi arasında yaşanmış olmasından do­layı önemlidir.

MEDENİYET VE CİHAD

Bu çalışmalar sayesinde Bediüzzaman Said Nursi’nin ulaşmak istediği hedef, onun davasının merkezini teşkil eden İslami medeniyetin yeniden tesisiydi. Çünkü, onun nazarında, İslam hakiki medeniyetin kaynağıydı; bu yüzden İslam dünyası ancak İslami bir çer­çeve içerisinde gerçekten terakki edebilir, ve ancak bu şekilde hak ettiği hakim mevkiini yeniden kazanabilirdi. Bundan da ötesi, bir bütün olarak insanlık ancak İs­lam ve de İslami medeniyetin tesisi sayesinde sükun ve huzur bulabilirdi.

MADDİ CİHAD

Bediüzzaman Said Nursi'nin her halükarda maddi ci­hada karşı çıktığı düşünülmemelidir. Şartlar gerektirdiğinde, yani, harici bir teca­vüzle karşılaşıldığında, Bediüzzaman ülkesinin savunmasında en kahraman savaşçı­lardan biri konumundaydı. Hayatının ilk döneminin azımsanmayacak bir bölümü sa­vaş meydanlarında geçti. Büyük bir ihtimalle 1913’te Balkan savaşına katılmış, 29 Birinci Dünya Savaşı çıktığında cihad fetvasının hazırlanmasında yardımı olmuş ve 1915 ilkbaharında denizaltıyla Kuzey Afrika’ya giderek cihad ilanının yayılmasıyla ilgili tehlikeli göreve yardım etmiştir. 30 Ve Enver Paşa’nın emirleriyle doğu Ana­dolu’da kurduğu milis birliği, Keçe Külahlılar, o kadar cesur ve etkili savaşçılardır ki, Ermeni Taşnak ihtilalcilerinin ve Rusların korkulu rüyası olmuşlardır. Bediüzzaman Ruslara karşı bu önemli hizmetinden dolayı bir harp madalyasıyla da ödüllendirilmiş­tir.

Kaynak: Sorularla Risale


Said Nursi' nin Tebliğ Metodu

Yeryüzündeki varlıkların en şereflisi ve halifesi olan insandır. İnsanın en şerefli yanı ise, aklı nuruyla ışıklandıran, hisleri ve fikirleri Allah’a itaat konusunda hidayete ulaştıran iman dolu kalbidir. Aklın en önemli vazifesi, ilerlemenin ve medenileşme­nin temel direği olan tefekkürdür. Tefekkür ise, en doğru ve en sıhhatli terbiye yolunu doğurur. Böylelikle dünya ve ahirette toplumları mutluluğa yöneltecek yenilikler ortaya koyma melekesi terbiye edilmiş olur.

Milletler ve topluluklar Allah’a iman eden birtakım fertlerin elinde kalkınırlar ve saadete ulaşırlar. Zira bunlar, gayet esaslı metodları takip etmekte, hayatlarını top­lumun genel özelliklerini, kalkınmanın keyfiyetini araştırmaya, insanların din ve dünya işlerini gözetmeye hasretmişler, kalplerini ve akıllarını bu yüce hedefe mu­sahhar kılmışlardır.

Bu gün İslam alemi çok esaslı gayretler gerektiren tehlikeli bir merhaleden geçmektedir. Bizler bu darboğazdan çıkabilmek için bütün toplumsal müşküllerin hallinde yardımlaşmamız ve işbirliği yapmamız, dinimizin sahih ta’lim usullerine tek­rar dönmemiz gerekmektedir. İşte bizler bu toplantıda belirttiğimiz hususu gerçek­leştirmekteyiz. Ehl-i ilmin, onların tefekkür yollarının, meselelere getirdikleri çözüm yollarının tanınması bizim önümüzü aydınlatacak, tefekkür yapımıza ışık tutacaktır. Bu sebeple bu gibi toplantıları tertipleyen ve bu düşünceye sahip olan kişileri tebrik ediyorum. Zira bu gibi toplantıların, İslam düşünürü Said Nursigibi şahsiyetleri ya­kından tanımak isteyenlere bu fırsat tanındığından dolayı büyük önemi bulunmak­tadır.

Üstad Bediüzzaman Said Nursi'nin hareketi, gayet şümullü İslami bir harekettir. Diğer ülke­lerdeki Müslümanların da kalkınma ve yenilenme konularında ittiba edebilecekleri çok güzel bir örnektir. Zira Bediüzzaman, Resulüllahın (a.s.m.) yaptığı uygulamalara bağlılığı açısından bir örnek ve önder, onun nurundan istifadeyle materyalist me­deniyete, Batılı akımlara ve İslami uyanışı önlemeye çalışan mihraklara şiddetle karşı koyan bir dava adamıdır.

Hiç şüphesiz, böyle bir hareketin daha fazla ince­lenmeye ve araştırılmaya ihtiyacı vardır. Zira bu, Müslümanların durumlarını ıslah etmek, onları içinde bulundukları sıkıntılardan kurtarmak yolundaki fikirleri ve görüş­leri ihtiva eden önemli bir tecrübedir. Bu durumda,Bediüzzaman’ın hayatından bahsederek söze başlama zarureti vardır.

O, gerçek bir mü’minin ahlaki hasletlerini temsil etmekte, Allah’tan başka hiç kimseden korkmamaktaydı. Batılı devletlerin oyunlarından uzak olmanın, materyalist medeniyetin her tarafı kaplayan ağından kurtulabilmenin reçetesi olarak İslama sıkıca sarılmayı, uyanık bulunmayı, modern ilimlerden münasib olanları almayı, insanları Kur’ani ve imani meselelerde, cehaletle mücadele konularında irşad etmeyi ortaya koymuştu. Aynı zamanda kalpten çıkıp başka kalplere ulaşan söz silahının bu zamanda Müslümanlara iman hakikatlerini, Al­lah’a bağlanmayı ve bütün ilim ve ma’rifet sebeplerine bağlandıktan sonra Ona te­vekkül etmeyi öğretmede çok büyük bir öneme sahip olduğuna derin bir inancı vardı. Zira imanın merkezi kalptir. Böyle bir iman gerçekleşirse bir fert bir üm­mete, bir ümmet de Seyl-i Arime, önünde hiçbir şeyin duramadığı parlak bir nura dönüşür.

Bütün söylediklerimizden hareketle diyebiliriz ki, Risale-i Nuru inceleyerek ve düşünerek okuyan herkes aynı şeyleri hissedebilir. Bu yüzden Bediüzzaman za­manın idarecilerine bu eserlerin önüne set çekmemelerini istemiştir. Çünkü burada­ki sözleri Kur’an-ı Kerim’in feyzinden fışkıran ifadelerdir. Aynı şeyleri, çeşitli mah­kemelerde kendisini müdafaa etmek için defalarca söylemiştir. Bunun neticesi ola­rak da bir hapisten diğerine konulmuş, ancak her mahkeme celsesinde insanlar idam kararı beklerlerken Allah, inayetiyle onu korumuş ve mahkemelerin çoğu be­raatle neticelenmiştir. Ne var ki, insanlar arasındaki şeytanın avaneleri yetkili ma­kamlara yaranabilmek için her türlü kötülüğü ona reva görmüşler, hatta cenazesi defnedildikten sonra dahi mezarını açıp bilinmeyen bir yere defnetmişlerdi.

Bir çok defalar ehl-i dalaletin ehl-i hakka galebe çalmasının sebeplerini açıklar­ken, Müslümanların kendi aralarında ihtilafa düşmelerini, ittihat etmemelerini, salim bir şuur esasına dayanarak İslama bağlanmamalarını bunun en önemli sebepleri ara­sında sayar. Çünkü, dünya menfaatı onların bütün işlerinde galebe etmiş, Vahid-i Kahhar olan Cenab-ı Hakka abd olacak yerde, paraya, makama ve şöhrete adeta kul olmuşlardı. İşte bizler günümüzde de aynı durumu görmekteyiz. Ne yazık ki ne­fislere hayvani, nefsani ve şahsi arzular hakim durumdadır ve bu yönlerimiz bizleri sırat-ı müstakimden uzaklaştırmaktadır.

Şimdi birlikte düşünelim; günümüzde Müslümanların ellerindeki para mikdarı 800 trilyon dolar civarındadır. Bunların büyük bölümü Batılı ülkelerin bankaların­dadır. Bunları kullanmaktan dahi aciz olan Müslümanın parası, Batının iktisadi yapı­sının en esaslı direğidir. Eğer bizler bu paraların karlarından ve gelirlerinden fayda­lanacak olsaydık, elde ettiğimiz gelirin sadece çok az bir kısmı dahi bütün İslam aleminin sanayi bakımından kalkınmasına, bütün zirai ihtiyaçlarını bizzat kendi imkan­larıyla karşılamasına, Batının teknolojisini en güzel şekilde istihdam etmesine yete­cekti.

İslam aleminin durumunu birlikle inceleyelim. İçlerinden bazılarının sahip olduğu mali imkan ihtiyaçlarının yüzlerce, binlerce kat üzerinde olmasına rağmen, elindeki iş gücü yok denecek kadar azdır. Bazılarında milyonlarca atıl vaziyette bekleyen iş gücü bulunmasına karşılık, iktisadi kalkınmasını ve gelişmesini sağlayacak seviyede mali imkanı yoktur. Bazı devletlerin zirai, sınai ve turistik imkanları fazlasıyla bulun­masına rağmen, bunları verimli bir şekilde işletme imkanları bulunmaz. İşte bu şe­kilde İslam toplumları Doğudan Batıya kadar uzanmaktadır.

Adeta Allah-u Teala Müslümanları bu şekilde birbirine muhtaç hale getirmiş, ittihat etmemizi, birbirimizi tamamlamamızı, kendi gücümüzü kazanabilmek ve arttırabilmek için yardımlaşma­mızı zımni olarak istemiştir. Eğer bizler bu birliği ve dayanışmayı kendi aramızda gerçekleştirebilirsek, en az Avrupa devletleri kadar kuvvetli olabiliriz. Bu ise, dini­mize daha çok sarılarak, geçmiş ümmetlerin çöküşüne sebep olan lehviyatı, sefa­heti, ahlaki sapıklıkları bir kenara bırakıp, Batı medeniyetinden lazım olan ilmi ve teknolojik yönleri alarak gerçekleşebilir. Kaldı ki, gerek Kur’an-ı Kerim, gerek sün­net-i şerife bizlere en güzel örnekleri ve en doğru yolu göstermektedir. Eğer bu yolda zaaf göstermez, bu örneklere bihakkın uyar, içimize sindirebilirsek başarılı olmamak için hiç bir sebep kalmaz.

Burada Üstad Bediüzzaman’ın nidasına dönelim ve kardeşlerine hitaben söyle­diği sözlerine kulak verelim; Sizi korkutmak, ta ki mukaddes cihad-ı manevinizden sizleri uzaklaştırmak için ehl-i dalalet ve ehl-i ilhad üzerinize hücum ettiğinde onlara deyin ki: Bizler hizb-i Kur’anız. Onun himayesine ve kal’ay-ı hasinine sığınırız. Batı dünyasının Müslümanlar arasında tefrikaya yolaçmak için ektiği ırkçılık fikri, Müslü­manları birbirine düşürmüştür. Buradan hareketle Bediüzzaman dinsizliğe dayalı materyalist felsefeyi şiddetle tenkid etmiştir. Zira bu felsefe Müslümanların ruhların­daki nuru söndürmeyi hedeflemektedir.

İşte bakınız; günümüz İslam alemindeki basın-yayına bir göz gezdirecek olursak, Batı kültürünün en kötü yönlerini bize gösteren dans, caz, şarkılar, sinemalar ve bu konuları işleyen kitapların reklamlarıyla doludur. Bu şartlar altında Bediüzzaman’ın takip ettiği metod, İslam devletlerinin kendi aralarındaki çekişmelerden kaçınmala­rını, bizlerin birbirimizle hayır üzere muamelelerde bulunmamızı, Batının bizim için biçtiği tefrika ve ayrılık kılıfından sıyrılmamızı gerektirir. Bediüzzaman’ın metodu sa­dece belirli bir toplum ve devlet dikkate alınarak ortaya çıkmamıştır. Her toplumda ve ülkede uygulanabilecek özelliklere sahiptir. Kitabullahta, sünnet-i seniyyede ve sahabe fiillerinde gelen kurallar üzerine kurulu Kur’ani bir metoddur.

Bediüzzaman Batı medeniyeti ile İslam medeniyetini karşılaştırırken şu noktalara temas eder; Batı medeniyeti hakka değil kuvvete inanır. İslam ise kuvvetin üzerin­de yükselen hakka davet eder. Batı medeniyeti menfaate inanır. Batının iktisadi an­layışı bu esas üzerine kuruludur. İslam ise maslahatı kabul eder. Batı medeniyeti pa­raya adeta tapar ve bunu hayatın vazgeçilmez bir temeli olarak kabul eder. İslama göre paranın ve malın gerçek sahibi Allah’tır. İnsan ise yeryüzünde halifelik görevi gereği bunu faydalı şekillerde kullanır. Aksi olursa ondaki bu halifelik özelliği de or­tadan kalkar. Dini hareket tarzı insanları, paranın ve malın bütün insanların maslaha­tına uygun bir şekilde kullanmaya çağırır. Üzerine düşen zekat ve sadaka gibi gö­revleri yerine getirmesini ister. Batı medeniyeti mücadele ve müsademeye inanır. İslam ise yardımlaşmaya çağırır. Batı medeniyeti hürriyet ve demokrasiyi sınırsız bir şekilde kabul eder. İslam ise Allah’ın emirlerini ön plana çıkararak, İslami esasların belirlediği ve şeriatta sınırları çizilen ölçüler dahilindeki bir hürriyeti kabul eder.

İslam, nuruyla aklı aydınlatan imanın mekanı olan kalple yücelir. İnsanı, şanı yü­ce olan Allah’ın metoduna bütün uzuv ve hisleriyle bağlanmaya yönelterek Allah’a itaatı gerçekleştirir. Batı medeniyetinin ilmi yönleri hakkında Bediüzzaman’ın görü­şü, İslamın Müslüman insana bir görev olarak yüklediği maddenin, hayat kanunları­nın künhüne vakıf olmak, ondan azami derecede istifade etmek görevine paraleldir. Çünkü insan yeryüzünde Allah’ın halifesidir. Allah’a ibadette bulunmak, kendini tah­kik etmek, hayır tohumları ekmek ve ilerlemeyi gerçekleştirmek için yaratılmıştır. Buradan hareketle Bediüzzaman ilmi ve sınai yönden medenileşme sebeplerini elde etmeye çağırır. Çünkü bu yol, İslam aleminin kalkınması, kendisinin ve İslamın me­sajını bütün dünyaya bihakkın yayabilmesi için şiddetle ihtiyaç duyduğu kuvvetli bir toplum teşkil etmenin zaruretlerindendir.

Dr. HASAN ABBAS ZEKİ

SAİD NURSİ İLE CEMAAT'İN FARKI

"Hemen her dönemde devlet zulmüne uğradı Bediüzzaman. Sürgün edildi, mecburî ikamete zorlandı, hapse atıldı, defalarca zehirlendi… “Siyasetin şerrinden Allah’a sığınırım.” deyip Erek Dağı’na çekilmiş, inzivada yaşıyordu. Ne var ki bir bahane icat edildi ve sürgün yılları başladı. İnsanlarla irtibattan men edildi; ama o hep dimdik ayaktaydı."

Ekrem Dumanlı'nın Bediüzzaman'ın Çilesi adlı yazısında atladığı detaylar da yok değil. Bilindiği gibi Bediüzzaman aynı zamanda Kürt kimliği ile tanınıyordu. Gülen Cemaati ise Nurculuğun bir kolu olarak ortaya çıkmasına rağmen, ısrarla Gülen Hareketi, Hizmet, Camia diye kendilerini nitelediler.

Cemaat'in, dünyanın 160 ülkesinde yüzlerde Türk okulu var. Bu okullardan seçilen öğrenciler her yıl Türkiye'de Türkçe Olimpiyatları'nda boy gösteriyor. Bu tür organizasyonlar da, Said Nursi'de olduğunun aksine, Gülen Cemaati'nde Türk milliyetçiliğine meyilli bir damarın olduğunun en büyük ispatı.
DEVLETTEN MAAŞ ALMAYI REDDETMİŞTİ

Said Nursi'ye Cumhuriyet'in Doğu İlleri Genel Vaizliği teklif edildi ancak kendisi bu teklifi kabul etmemişti. Mustafa Kemal'den maaş almayı reddetmişti. Fethullah Gülen ise yıllarca devletin resmi imamlığını yaparak devletten maaş aldı.

SAİD NURSİ DEVLET İÇİNDE YAPILANMAYA GİTMEDİ

Öte yandan Gülen Cemaati ile Said Nursi'nin çilesi arasında bir fark daha var. Said Nursi, Ekrem Dumanlı'nın da yazdığı gibi sürgün, zehirlenme, hapsedilme gibi birçok zorlukla karşılaştığı halde devlet içinde bir başka devlet yapılanmasına gitmedi. Bugün paralel yapı olarak adlandırılan hiçbir organizasyonun içinde yer almadı. Sadece ilmi meselelerle ilgili oldu. Fethullah Gülen'in ortaya dökülen kasetlerinden anlaşıldığı gibi banka kurtarma operasyonlarına da dahil olmadı.

SİYASET RİSALE-İ NUR'UN İMAN HİZMETİNE TERS

Cemaat adına siyasi faaliyette bulunmak, siyasi partilerle pazarlıklar içine girmek, devlet içinde kadrolaşmak, iktidara ortak olmaya çalışmak gibi faaliyetlerin tamamı Risale-i Nur’un iman ve Kur’an hizmetiyle tam bir tezat oluşturdu. Risale-i Nur talebeleri böyle faaliyetlerde bulunmayı üstadlarından miras aldıkları hizmetin kutsallığını bozmak olarak görüp bundan kaçındılar. Nitekim Umum Nur talebelerine Bediüzzaman'ın vefatından önce vermiş olduğu en son derste: “Aziz kardeşlerim, bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfi hareket değildir. Rıza-yı İlahiye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlahiyeye karışmamaktır. Bizler asayişi muhafazayı netice veren müsbet İman hizmeti içinde her bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz” denilerek, asıl yapmaları gereken şeyin altını çizmişti.

BU YÜZDEN HALA AYAKTA

İşte Said Nursi, bugün Fethullah Gülen'in yaptığı hiçbir şeyi yapmadığı için hala ayakta, hala milyonlarca insan tarafından saygı ile anılıyor. Fethullah Gülen ise Nur kökenli olduğu halde Nurcu olarak anılmamak için her şeyi yaptı. Çünkü Nurculuk hareketi devlet tarafından karalama kampanyalarına maruz bırakılmıştı. Gülen ise bu kimlikten sıyrılmak için elinden ne geliyorsa yaptı.




15 Aralık 2014 Pazartesi

DECCAL’IN MÜHİM KUVVETİ YAHUDİDİR. YAHUDİLER SEVEREK TÂBİ’ OLURLAR : Zaten asrımızda her iki Deccal da yahudilerden çıkmış ve biri insanlık alemini, diğeri de İslam alemini tahribe çalışmıştır. Türkiyede faaliyet gösteren İslam Deccali yahudilerle beraber çalışmış ve onlardan destek almıştır. Hala da almaktadır.


Türk Ordusu (Milleti) Ağlayan İslam Alemini Güldürecek!İsrail’in doymak bimez canavarlığı ve hırsları yine müslümanlar üstüne çullanmıştır. Bu hal yahudi milletinin artık bir seciyesi olmuş ve kıyamete kadar da devam edecektir. İnsanlık tarihinden bugüne ve bugünden sonra ta kıyamete kadar bütün fitneler, bütün darbeler bu milletten zuhur etmektedir. 


Zaten asrımızda her iki Deccal da yahudilerden çıkmış ve biri insanlık alemini, diğeri de İslam alemini tahribe çalışmıştır. Türkiyede faaliyet gösteren İslam Deccali yahudilerle beraber çalışmış ve onlardan destek almıştır. Hala da almaktadır.

Maalesef Risale-i Nur okumayan bazı müslümanlar hala deccal beklemektedirler. Gafletin de bu kadarı da olurmu dedirtecek cinsten bir durum! Ehl-i imanın bu gafleti dessas yahudilere, din düşmanı deccal avanesine yaradığı aşikardır.
Kur’an (8:73) âyetinde, beyn-el İslâm teavün olmazsa büyük fesadların zuhura geleceğine dikkat çekilmektedir.
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, gerek eski Eserlerinde gerekse Risale-i Nur Külliyatındaİttihad-ı İslam yani İslam Birliği üzerinde çok ehemmiyetle durmuş ve bu Birliği temin etmenin en büyük farz vazife olduğuna içtihad etmiştir.
İslâmiyet teavünü netice verecek mühim vazife ve düsturlar getirmiştir. Meselâ, teavün ve İttihad-ı İslâm için haccın ehemmiyeti çok büyüktür.
Haccın büyük hikmeti; İslam dünyasının istiklâliyet ve selâmetini muhafaza ve devamı için, senede bir yapılan bir nevi büyük şûrâsı olmasıdır. Hac müslümanlar için bir kongre olması gelirken maalesef bu tarafı hiç işletilememektedir. Sadece ibadet cihetiyle sınırlı kalmaktadır.
İSLAM BİRLİĞİ TEŞEKKÜL ETMELİ
Bu muazzam vazifenin en mes’ul vazifedarları, geçmişte olduğu gibi Osmanlı ve Arab ve Kürd taifeleri olduğunu anlatan Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
«Azametli bahtsız bir kıt’anın, şanlı tali’siz bir devletin, değerli sahibsiz bir kavmin reçetesi; ittihad-ı İslâmdır.» (Mektubat sh: 55)
Üstad Bediüzzaman Hazretleri 1909 senesinde neşrettiği bir makalesinde diyor ki:

«Bu zamanın en büyük farz vazifesi, ittihad-ı İslâmdır. İttihadın hedef ve maksadı; o kadar uzun, münşaib ve muhit ve merakiz ve meabid-i İslâmiyeyi birbirine rabtettirenbir silsile-i nuranîyi ihtizaza getirmekle, onunla merbut olanları ikaz ve tarîk-i terakkiye bir hâhiş ve emr-i vicdanî ile sevketmektir.» (Hutbe-i Şamiye sh: 90)
ŞAM HUTBESİNDE İTTİHAD-I İSLAM VURGUSU
Hem yine Bediüzzaman Hazretleri, 1911 senesinde Şam’da Cami-i Emevî de irad ettiği Hutbe-i Şamiye namı ile kitap olarak neşredilen hutbesinde İttihad-i İslâm’ın ehemmiyeti hakkında şu izahatı veriyor:
«Ey bu sözlerimi dinleyen bu Câmi-i Emevî’deki kardeşler ve kırk-elli sene sonra Âlem-i İslâm Câmiindeki ihvan-ı Müslimîn! “Biz zarar vermiyoruz, fakat menfaat vermeğe iktidarımız yok, onun için mazuruz.”diye böyle özür beyan etmeyiniz. Bu özrünüz kabul değil. Tenbelliğiniz ve “Neme lâzım” deyip çalışmamanız ve ittihad-ı İslâm ile, milliyet-i hakikiye-i İslâmiye ile gayrete gelmediğiniz, sizler için gayet büyük bir zarar ve bir haksızlıktır.» (Hutbe-i Şamiye sh: 55)
ASAYİŞ VE SULH’UN YOLU
Bediüzzaman Hazretleri, Türkiye’de Demokrat Parti hükümeti zamanında, devlet idarecilerine hitaben yazdığı ikaznamesinde, anarşizme karşı tek çarenin İttihad-I İslâm olduğunu beyan ederek diyor:
«Bu dehşetli tahrib edicilere karşı, ancak ve ancak hakikat-ı Kur’aniye etrafında ittihad-ı İslâm dayanabilir. Ve beşeri bu tehlikeden kurtarmağa vesile olduğu gibi, bu vatanı istila-yı ecanibden ve bu milleti anarşilikten kurtaracak yalnız odur.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 24)
Yine 1950 sonrası İttihad-I İslâm istikametindeki müsbet gelişmeleri memnuniyetle karşılayan Bediüzzaman Hazretleri, bir bayram tebriği vesilesiyle şunları kaydeder:
«Aziz, sıddık kardeşlerim!
Ruh u canımızla mübarek bayramınızı tebrik ediyoruz. İnşâallah âlem-i İslâm’ın da büyük bir bayramına yetişirsiniz. Cemahir-i Müttefika-i İslâmiye’nin kudsî kanun-u esasiyelerinin menbaı olan Kur’an-ı Hakîm, istikbale tam hâkim olup beşeriyete tam bir bayramı getireceğine çok emareler var.» Emirdağ Lâhikası-ll sh:76)
«Evet o ecnebilerin, canavarlar gibi yaptıkları muamele ve zulümler, İslâm dünyasında, hürriyet ve istiklal ve ittihad-ı İslâm cereyanını da hızlandırmıştır. Nihayet, müstakil İslâm devletlerinin teşkilini intac etmiştir. İnşâallahü Teâlâ, Cemahir-i Müttefika-i İslâmiye de meydana gelecek ve İslâmiyet, dünyaya hâkim ve hükümran olacaktır. Rahmet-i İlahîden kuvvetle ümid ve niyaz ediyoruz.» (Konferans sh:54)
EL-İ-İMAN DAHİLDEKİ DÜŞMANLIĞI TERK ETMELİ
Mevcut dünya şartları müvacehesinde İttihad- İslâm’a sâik olacak pek çok esbaba rgğmen, Âlem- İslâm’da ihtilafın kısmen de olsa devam etmesine, Bediüzzaman Hazretler’i şöyle teessüfte bulunur:
« Cây-ı teessüf bir halet-i içtimaiye ve kalb-i İslâmı ağlatacak müdhiş bir maraz-ı hayat-ı içtimaî:
“Haricî düşmanların zuhur ve tehacümünde dâhilî adavetleri unutmak ve bırakmak” olan bir maslahat-ı içtimaiyeyi en bedevi kavimler dahi takdir edip yaptıkları halde, şu cemaat-ı İslâmiyeye hizmet dava edenlere ne olmuş ki; birbiri arkasında tehacüm vaziyetini alan hadsiz düşmanlarvarken, cüz’î adavetleri unutmayıp, düşmanların hücumuna zemin hazır ediyorlar. Şu hal bir sukuttur, bir vahşettir. Hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye bir hıyanettir.» (Mektubat sh: 269)
AVRUPA’YA BEDEL ÂLEM-İ İSLÂM
Üstad Bediüzzaman devlet ricaline; Avrupa’ya teveccühten daha çok, İttihad-i İslam’a ehemmiyet vermeleri gerektiğini tavsiye eden yazısında diyor ki:
« Madem bu ittifaksızlıktan gelen za’fiyet ve kuvvetsizlik sebebiyle ecnebinin politikasına ve ehemmiyetsiz muvakkat yardımlarına karşı bu acib manevî rüşvetler veriliyor. Dörtyüz milyon kardeşin uhuvvetine, milyarlar ecdadın mesleğine ehemmiyet verilmiyor gibi bir mana hükmediyor. Ve asayiş ve siyasete zarar gelmemek için bu kadar israfat ile bol maaşlar suretinde kuvvet teminine kendilerini mecbur zannederek rüşvetler veriliyor; milletin fakr-ı hali nazara alınmıyor.
Elbette ve elbette ve kat’î olarak şimdi bu memleketteki ehl-i siyaset garba ve ecnebiye verdiği siyasî ve manevî rüşvetin on mislini âlem-i İslâm’ın ileride cemahir-i müttefikası hükmünde olacak olan dörtyüz milyon müslüman kardeşlere, memleket ve milletin ve bu devlet-i İslâmiyenin selâmeti için gayet azîm bir bahşiş ve zararsız rüşvet vermesi lâzım ve elzemdir.
İşte o makbul, lâzım ve çok menfaatlı caiz ve vâcib rüşvet ise: Teavün-ü İslâm’ın esası ve hediye-i Kur’anın semavî bir düsturu ve rabıtası ve kudsî kanun-u esasîsi olan
İnnemel mu’minune ikhvetun…ve’tesimuu bi hablillahi cemian…..vela teziru vaziratun vizra uhra…….vela tenazeuu fetefsheluu vetezhebe rihukum……
kudsî, esasî kanunlarını düstur-u hareket etmektir.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 83)
“Rahmet-i İlahiyeden ümid kesilmez. Çünki Cenab-ı Hak bin seneden beri Kur’anın hizmetinde istihdam ettiği ve ona bayraktar tayin ettiği bu vatandaşların muhteşem ordusunu ve muazzam cemaatini, muvakkat ârızalarla inşâallah perişan etmez. Yine o nuru ışıklandırır ve vazifesini idame ettirir…» (Mektubat sh: 326)
Üstteki parçanın devamında, Bediüzzaman Hazret­leri elyazma eserinde kendi el yazısıyla yaptığı şu ilâvesinde; Türk Ordusu kuvvetini kendi Milleti aleyhinde değil, İslâm Dünyasının selâmet ve zaferinde kullanıp bü­yük vazifeler göreceğini ihbar sadedinde şöyle der:
«.‹.KILINCINI AYAĞINA VURDURMAZ;, DÜŞMANINA VURDU­RUR. KUR’ANA HİZMETKÂR EDER. AĞLAYAN ÂLEM-İ İSLÂMI GÜLDÜRÜR.»

«Bu gizli din düşmanları ve münafıklar çoktandır anladı¬lar ki, Nur talebelerinin kefenleri boyunlarındadır. Onları Risale-i Nur’dan ve üstadlarmdan ayırmak kabil değildir. Bunun için şeytanî plânlarını, desiselerini değiştirdiler. Bir zayıf damar-larından veya safiyetlerinden istifade ederiz fikriyle aldatmak yolunu tuttular. O münafıklar veya o münafıkların adamları veya adamlarına aldanmış olanlar dost suretine girerek, bazan da talebe şekline girerek derler ve dedirtirler ki: “Bu da İslâmiyete hizmettir, bu da onlarla mücadeledir. Şu malûmatı elde edersen, Risale-i Nur’a daha iyi hizmet edersin. Bu da büyük eserdir.” gibi bir takım kandırışlarla sırf o Nur talebesinin Nurlarla olan meşguliyet ve hizmetini yavaş yavaş azaltmakla ve başka şeylere nazarını çevirip, nihayet Risale-i Nur’a çalışmaya vakit bırakmamak gibi tuzaklara düşürmeye çalışıyorlar. Veyahut da maaş, servet, mevki, şöhret gibi şeylerle aldatmaya veya korkutmakla hizmetten vazgeçirmeye gayret ediyorlar.» (Tarihçe-i Hayat sh:690)


Bediüzzaman Hazretleri NUR TALEBELERİ HANGİ TARAFI TERCİH EDERSE O TARAF KAZANIR

 
Bu vatanın en mühim hizmet hareketi olan Risale-i Nur Talebeleri, -eski bazı alışkanlıklarını terkedemeyenler ve tercihli hareketi tasvib zannedenler hariç- Kur’anın hakiki tefsiri olan Risale-i Nurdan aldıkları ders ile milletimizin ekseriyetinin tercih ettiği dindar ve dine hürmetkar partiyi desteklemektedirler.

 Darbe dönemlerinin akabinde gelen karmaşalar hariç bu hep böyle olmuştur. Bugün de aynı durum böyle devam etmektedir. Üstadın neden böyle yapığını soran talebelerine verdiği cevap bugüne ışık tutmaktadır. Bugün de CHP ve MHP ittifak ederek Üstadın endişesini haklı çıkarmıştır.

 Bediüzzaman Hazretleri bir mektupta diyor ki:

«Üstadımızdan, niçin Demokrat Partiyi muhafa­zaya çalıştığını sorduk.
Cevaben:
“Eğer Demokrat Parti düşse, ya Halk Partisi veya Millet Partisi iktidara gelecek. Halbuki, Halk Partisi İttihatçıların bozuk kısmının ci­nayetleri ve hem Cumhuriyetin Birinci Reisinin Sevr Muahedesiyle ve çok siyasî desiselerin icba­riyle on beş senede yaptığı icraatının kısm-ı âzamı tamamıyla eski Partiye yüklendiği için, bu asil Türk milleti ihtiyarıyla o Partiyi kat’iyen iktidara getirmeyecek.

Çünkü Halk Partisi iktidara gelecek olursa, Ko­münist kuvveti aynı partinin altında bu vatana hâkim olacaktır. Halbuki, bir Müslüman kat’iyen Komünist olamaz, Anarşist olur. Bir Müslüman hiçbir zaman Ecnebîlerle mukayese edilemez. İşte bunun için, hayat-ı içtimaiye ve vatanımıza deh­şetli bir tehlike teşkil eden bu Partinin iktidara gelmemesi için, Demokrat Parti’yi, Kur’ân ve Va­tan ve İslâmiyet namına muhafazaya çalışıyorum” dedi.» (Emirdağ Lâhikası-II, s.206)

Halk Partisi ise: Hakikaten acip ve zevkli bir rüşvet-i umumîyi kanunlar perdesinde bazı me­murlara verdikleri için, yirmi sekiz senelik bütün cinâyatıyla başkaların cinâyâtı ve İttihatçıların ve Mason kısmının seyyiatları da o partiye yükletil­diği halde, Demokratlara bir cihette galip hük­mündedirler. Çünkü ubudiyetin noksaniyetiyle enaniyet kuvvet bulur, nemrutçuluklar çoğalır.

Bu benlik zamanında, memuriyet hakikatta bir hiz­metkârlık olduğu halde, bir hâkimiyet, bir ağalık, bir nemrutçulukla nefse gayet zevkli bir hâkimiyet mertebesini bir kısım memurlara rüşvet olarak verdiği için, bütün o acip cinayetlerle ve kendin­den olmayan ceridelerin neşriyatıyla beraber ba­na yapılan muamelelerinden hissettim ki, bir ci­hette mânen Demokratlara galip geliyorlar.

Hal­buki, İslâmiyetin bir kanun-u esasîsi olan, hadis-i şerifte    
سَيِّدُ الْقَوْمِ خَادِمُهُمْ   yani, “Memuriyet, Emir­lik ise, reislik değil, millete bir hizmetkârlıktır.

Demokratlık, hürriyet-i vicdan, İslâmiyetin bu Ka­nun-u Esasîsine dayanabilir. Çünkü kuvvet kanun­da olmazsa şahsa geçer. İstibdad, mutlak keyfî olur.» (Emirdağ Lâhikası-II, s.164)
Üstad Bediüzzaman Hazretleri, memleketimizde Milliyetçiliği veya Dindarlığı esas alan Siyasîlerin dikkat etmeleri gereken hususları dört Siyasî Görüşü tahlil ettiği bir mektubunda şöyle der:

«Milletçilere gelince:

Eğer bu partide sırf İslâmi­yet esas olsa, Demokrat Partiye yardım et­tiği gibi, muhalif ve muarız olmayarak, iktidara gelmesine çalışmaz.

 Eğer bu parti, ırkçılık ve Türkçülük fikri esas ise, birden hakikî Türk olma­yan bu vatandaki ekseriyetin ancak onda üçü Türktür, kalan kısmı da başka milletlerle karış­mıştır. O zaman, Hürriyetin başında olduğu gibi, bu asil ve mâsum Türk milleti aleyhine bir milli­yetçilik tarafgirliği meydana gelecek. O vakit ha­kikî Türkleri, Ecnebîler boyunduruğu altına gir­meye mecbur edecek. Veya Türkleşmiş sair un­surdan olan ve bu vatanda mevcut ırkçılık ve un­surculuk damarıyla bir Ecnebîye istinad ile ma­sum Türk milletini tahakkümleri altına alacaklar. Bu durum ise, dehşetli, tehlikeli olduğundan, Kur’ân ve Vatan ve Millet hesabına, dindar ve di­ne hürmetkâr Demokrat Partinin iktidarda kal­masını temin etmeleri için ders veriyorum.» (Emirdağ Lâhikası-II, s.207)

Bu memleketin Milliyetçileri veya Dindarları ayrı ayrı Parti olsalar bile, “Ahrar” denilen Dindar Demokratların iktidarda kalmaları için onlara yardım etmeleri ve Demokratların muhalifleriyle işbirliği yapmamaları ve onların aleyhlerinde bulunmamaları gerekmektedir. Zikredilen bu şartlara riayet edilmemesi halinde diğer farklı Müslüman milletlerden olan vatandaşların dostluğunu kaybetmenin yanında, Said Nursi Hazretlerinin “asil ve masum” dediği Türk milletinin yabancıların boyunduruğu altına girmesine sebebiyet verebilir.


Risale-i Nur’dan tesbit edilen bu mesele, tarafgirlik duygusuyla bilerek veya bilmeyerek alet edilip zarar ve mesuliyetlere girmemek için ve nihayet selamet-i millet için bu hakikatler nazara verilmiştir.

26 Kasım 2014 Çarşamba

BEDİÜZZAMAN'IN TÜM HAKLARI DİYANETE VERİLDİ

Bediüzzaman Said Nursi'nin eserleri üzerindeki haklar, Diyanet İşleri Başkanlığına verildi.


"Eser Sahibi Sait Okur (Bediüzzaman Said Nursi) Olan Eserler Üzerindeki Hakların Diyanet İşleri Başkanlığı Tarafından Kullanılmasına İlişkin Karar", Resmi Gazete'nin bugünkü sayısında yayımlanarak yürürlüğe girdi.

Kararda, eser sahibi Sait Okur'un eserlerinin Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'ndan kaynaklanan tüm hak ve yetkilerinin Diyanet İşleri Başkanlığına ait olduğu belirtildi.

Alınan karara göre Risale-i Nur'lar Diyanet İşleri Başkanlığınca, ya da Diyanet İşleri Başkanlığının verdiği izin veya yetki çerçevesinde kişi ve kuruluşlarca işlenebilir, çoğaltılabilir, yayımlanabilir, temsil edilebilir veya işaret, ses ve görüntü nakline yarayan araçlarla umuma iletilebilir hale gelecek. Diyanet İşleri Başkanlığınca verilen izin veya yetki çerçevesinde hareket edilmediğinin ya da eserlerin aslına uygun olma koşuluna riayet edilmediğinin tespiti halinde hukuki süreç başlatılacak.



RİSALE-İ NUR'DA MEHDİLİK : Yazar: Şaban Döğen

Mehdî Gelmeden Önce
Ebedî hayatların tehlikeye düştüğü, en dehşetli fitnelerin yaşandığı âhir zamanda yazılmış bir Kur'ân tefsiri vardır: Risale-i Nur… Sergilediği hizmet ve faaliyetlerle ehl-i îmanın gönlüne su serpen, 6000 sayfayı geçen, yüz otuz parçadan meydana gelen, iki yüz kadar önemli meseleye özellikle neşter atıp çözüme kavuşturan bu seçkin külliyatın, âhir zamanın dehşetli hadiselerine karşı ilgisiz kalması, yorum ve tedbirler getirmemesi elbette düşünülemez.
Daha yüzyılın başlarındayken Osmanlının en büyük dinî kurulu olan Daru'l-Hikmeti'l-İslâmiye'de vazife gören Bediüzzaman'dan, âhir zamanla ilgili hadislerin izahı istenmiş, o da kimsenin içinden çıkamadığı bu hadisleri son derece makûl bir tarzda tevil ve izah etmişti.
Bu izahlara baktığımızda, İslâm Deccalı olan Süfyanın dehşetli fitnesinin Müslümanlar arasında görüleceğini öğreniyoruz. Aldatmakla iş gören Süfyan,(1) ehl-i nifakın başına geçip nifak perdesi altında işlerini yürütür, şeriat-ı Ahmediyenin (a.s.m.) tahribine çalışır.(2) Ehl-i îman, onu, şanlı, kahraman bir milletin mağlubiyeti esnasında istidraçlı, şanlı, bahtı açık ve kurnaz bir kumandan olarak gördüğü için, gizli ve dehşetli mahiyetine bakmayarak kahramanlık damarıyla alkışlar, başına kor, kötülüklerini örtmek ister.(3)
Oysa masum insanları parçalayan bir canavar hoş görülemeyeceği gibi, saçtığı dinsizlik tohumlarıyla binlerce insanı îmansız ederek ebedî hayatlarını mahveden Süfyan hoşgörülemez. Ona gösterilebilecek en küçük bir hoşgörü, sevgi, taraftarlık dahi zulme ortak olmak demektir, masumlara karşı işlenmiş büyük bir zulümdür. Deccalı bunca tahribatına rağmen ehl-i îmanın gözünde masum gösterecek ve öyle yorumlanabilecek davranışların tevili mümkün olmadığı gibi Deccalın gölgesinde de salim bir hizmet yapılamaz.
Şu var ki Süfyan, insanları sonsuza dek kandıramayacak, gün gelip foyası bütün bütün meydana çıkacak, gerek Müslümanların ve gerekse ordunun maddî ve mânevî desteğini kaybedecektir. Çünkü,
Kahraman ve mücahid ordunun ve dindar milletin, ruhundaki nur-u îman ve Kur'ân ışığıyla hakikat-i hali göreceği ve o kumandanın çok dehşetli tahribatını tamire çalışacağı,” “kahraman ordunun dizginini onun elinden kurtaracağı”(4)
rivayetlerden anlaşılmaktadır.
Yine rivayetlerden anlaşıldığına göre Âl-i Beyt-i Nebevîden Muhammed Mehdî, o Süfyanın şahs-ı mânevîsi olan münafıkâne cereyanı öldürüp dağıtacak,(5) tahribatçı, bid'atkâr rejimini tamir edip Sünnet-i Seniyyeyi ihya edecektir.

Mehdî Beklentisi

Üç devir yaşayan, Risale-i Nurları telif etmeden çok önce Hürriyetin başlarında Osmanlı üzerinde oynanan oyunları, Osmanlının günden güne çökmekte olduğunu, inananların büyük bir ümitsizliğe düştüğünü fark edip bu gidişe dur diyebilmek için bir yandan canhıraş bir gayret içerisine giren Bediüzzaman, bir yandan da onları, “İstikbalde bir ışık var, bir nur görüyorum” diye tesellî etmeye çalışıyordu.
Bediüzzaman bu ümitle hem dehşetli hadiselere karşı dayanıyor, hem de ehl-i îmanın îmanlarını takviye etmek için müjdeler veriyordu. Ne var ki tevil ve tabir etmeksizin bu nurun geniş dairede, siyaset âleminde çıkacağını tasavvur ediyordu.
Sonradan Bediüzzaman, bu nur ve ışığın Risale-i Nur olarak tecellî ettiğini söyler.(6) Bunu bir yazısında dile getirirken de, ihtar-ı gaybî olarak kat'î bir kanaat tarzında kalbine gelen mânâyı şöyle anlatır:
Ciddî bir alaka ile senin eskiden beri tekrar ettiğin ‘Işık var, Bir nur göreceğiz’ diye müjdelerin tevili ve tefsiri ve tabiri sizin hakkınızda, belki îman cihetiyle âlem-i İslâm hakkında dahi ehemmiyetli Risale-i Nur'dur.”(7)
Bozulma daha çağın başlarındayken kendini gösterdi. Avrupa'yı körü körüne taklid, ilmini, fennini alma yerine sefahetine duyulan özenti, Müslümanın kimliğinden çok şeyler alıp götürdü. İnançsızlık rüzgarları esmeye, küfür tohumları ekilmeye, ahlâksızlık meyveleri toplanmaya başladı. İslâmî, insanî ve ahlakî değerlerde büyük bir yozlaşma oldu. Bu durum, çağın ikinci yarısında ise tarihte benzerine rastlanmayacak derecede büyük bir hız kazandı. Mânevî tahribat arttıkça arttı. Fen ve felsefe inançsızlığa âlet edilmeye, maddecilik ve tabiatçılık tâûnu dört bir yana yayılmaya başladı. Din harap, îman türap oldu. Dine, dindarlara hücum edilmeye, din bir afyon telakkì edilip saldırılmaya başlandı. Bin yıldır İslâmın aleyhinde birikegelen şüpheler bir anda kusuldu. Mukaddesat namına ne varsa bütününe, sistemli ve münafıkâne bir tarzda savaş açıldı. Sosyal hayattaki çözülme, dikenli meyveleri yıllar sonra görülecek derecede hızlandı. İnançlar kayboldu, ahlâk bozuldu, güven duygusu öldü.
Ve insanlık bir mehdî ve müceddidi dört gözle bekler oldu.
Öyle ki Bediüzzaman, Şark vilayetlerine yaptığı ve Meşrûtiyeti anlattığı seyahatlarında, kendisine, “Bazı adam sizin dediğiniz gibi demiyor. Belki, ‘Mehdî gelmek lâzımdır’ der. Zira dünya şeyhûhet (yaşlılık) itibariyle müşevveşedir (karışıktır), İslâmiyet ağrazın (maksatlı kimselerin) teneffüsü ile mütezelliledir (sarsılmaktadır)” sorusuna şu cevabı vermişti:
Eğer Mehdî acele edip gelse, baş göz üstüne, hemen gelmeli. Zira güzel bir zemin müheyya ve mümehhed oldu (hazırlandı); zannettiğiniz gibi çirkin değildir. Güzel çiçekler, baharda vücutpezîr olur (boy gösterir). Rahmet-i İlâhî şe'nindendir ki, şu milletin sefaleti nihayetpezîr olsun (son bulsun).”(8)
Bu sözlerini Bediüzzaman yüzyılın ilk çeyreğinde söylemişti. Ama ikinci çeyreğinde eski günleri arattıracak gelişmeler olmuş, Deccalâne hadiseler sahnelenmiş; İslâma, Kur'ân'a savaş açılmış, İslâm adına ne varsa yok edilmeye çalışılmıştı. Dolayısıyla Mehdî önceki dönemlere nisbetle daha çok beklenir olmuştu.
Bediüzzaman, başka bir yerde bu ihtiyacı şöyle dile getirecekti:
Evet, bu zaman; hem îman ve din için, hem hayat-ı içtimaî ve şeriat için, hem hukùk-u âmme ve siyaset-i İslâmiye için, gâyet ehemmiyetli birer müceddit ister.”(9)